TİYATRODA YENİ DÖNEM


Tiyatro yapısı gereği devamlı güncel kalmak ve kendini yenilemek durumundadır. Çağın gereksinimlerini yakalayamayan tiyatrolar kendilerini tekrar eder. Tiyatro, hem içerdiği metinler itibariyle güncel olana değinmeli hem de sahneleme bakımından farklı teknikleri sürekli denemelidir. Aksi takdirde tiyatronun evrensel boyutlara ulaşmasından ve bugüne gelmesinden kimse söz edemezdi.

Şüphesiz klasik oyunları yukarıda değindiğimiz “Güncel Olma” kavramından ayrı bir yere koymamız gerekir. Yazıldığı tarihten öte onu güncel tutan söylediği sözün bugüne ulaşmasıdır. Shakespeare, Moliere, Çehov gibi yazarların değindiği konuların bugüne de dokunması onları evrensel yapan yegâne şeylerdir.

Örneğin, Romeo ve Juliet, Hastalık Hastası, Vanya Dayı gibi oyunlar ne kadar önce yazılırsa yazılsın içerdiği konular bugün yaşananlardan farksız değildir. Bu ve benzeri klasik oyun yazarlarını güncel yapan ve günümüze taşıyan şeyler yaşadığı dönemin sorunlarına ilgisiz kalmayarak o dönemlere ışık tutmasıdır.

Türk tiyatrosunun güncel kalma meselesi özellikle 2000’li yıllarda başlayan İn-Yer-Face eğilimine bağlı olarak açılan irili ufaklı “Alternatif Tiyatroların” varlığıdır. Burada bir parantez açıp bu eğilimin 90’larda İngiltere’de başladığını ve ancak 10 yıl sonra Türkiye’ye geldiğini söyleyelim.

Konu açılmışken yine bu güncel kalma meselesinde 90’larda İngiltere’de başlayıp tüm dünyayı etkisi altına alan İn-Yer-Face eğiliminde Aleks Sierz’in “Edepsiz Doksanlar” hakkında söylediklerine kulak verelim.

“Doksanlarda, genç yazarların kaleme aldığı bir dizi oyun, nasıl yaşadığımızı ve nasıl hissettiğimizi keşfetmek üzere açık ve doğrudan çatışmacı malzemeler kullanıyordu. Hiçbir zaman bu kadar çok oyun bu denli pervasız, saldırgan ya da karamsar olmamıştı. Bu on yıl süresince giderek daha çok sayıda yeni yazar (ve bazı eski kalemler) deneyimin aşırıklarına doğru çekiliyordu. Fikirler esir alınıyor ve sınırlar zorlanıyordu. Eğer oyun erkeklikle ilgili bir oyun ise tecavüze yer veriliyordu, cinsellik işleniyorsa oral ya da anal seks gösteriliyordu. Çıplaklık işlenmişse aşağılanma da vardı. Şiddet isteniyorsa işkence sahneleniyordu. Konu uyuşturucuysa bağımlılık gösteriliyordu. Erkekler kötü davranıyorsa, kadınlarda farklı değildi. Genellikle kaba espriler sapıkça, imgeler kalıcıydı.” [1]

Bu noktada Aleks Sierz’in de dediği gibi nasıl hissettiğimizi keşfetmek ve nasıl yaşadığımızı sorgulamak üzere yeni bir akım başlıyordu. Daha önceki yazarların içine sıkıştığı kuramların yanı sıra buradaki dilin açık seçik, pervasız ve fütursuzca işlenmesi yaşadığımız ortama özgür bir bakış açısı sağlıyordu.

Şüphesiz diğer taraftan bazı yazarların (örneğin Mamet, Pinter gibi) da etkilendiği ortadaydı. Özellikle bazı yazarların güncel kalma sorunsalı farklı yazım ve farklı sahneleme tekniklerini de beraberinde getirdi.

Tiyatronun güncel kalmasında devamlı yeniliğe açık olması ön koşulu aranıyorsa eski dönem yazarların bu yolu denemesi kaçınılmazdı. Aynı zamanda bir çıkış noktasıydı. Konu bulmakta sıkıntı çeken yazarların sürekli kendilerini tekrar etmek yerine bu eğilimden faydalanmaları ve bu türde örnekler vermesi doğal karşılanmalıydı. Tiyatronun yarattığı özgür alanları sonuna kadar kullanarak bu sayede yepyeni bir çığır açması sağlandı.

Yukarıda sıraladığım özgür ve yenilikçi tiyatro anlayışı noktasında Hülya Nutku’nun söylediklerine kulak verelim. “İngiltere’de 90’ların başında düzenlenen bir yarışmayla “Black Box” (Kara Kutu) adı verilen küçük salonlarda oynanmak üzere yazılacak oyunlar için oyun yazarlarına çağrı yapıldı. Bu yarışmaya katılan tüm oyunlarda sert bir dil, cinselliğin aşırıya kaçan kullanımı ve yoğun bir şiddet olgusu dikkat çekiyordu. Yazarlar bugün için doğal sayılabilecek ve yaşamın içinde var olan şiddeti sunarken kabul edilebilir olanın da sınırlarının zorlandığını görüyoruz. Ele aldıkları temalar atlanamayacak kadar yanı başımızda cereyan eden ama görmezden gelmeyi yeğlediğimiz olaylardı. Savaş, ileri boyuttaki şiddet çeşitlemeleri, iletişimsizliğin yok ettiği bireyler, kısacası metropol insanın tüm sorunları, çaresizlikleri, bireyin umarsızlığı… Günümüzde atlanmaması gereken bu temalar oyunlarda sert bir biçimde su yüzüne çıkıyordu ve Aleks Sierz şöyle diyordu; “Bu oyunlar bundan 30 yıl önce yazılamazdı. In-yer-face güncel bir tiyatrodur.” [2]

   Özdemir Nutku’nun “Tiyatronun İçeriği ve Seyirciye Yönelişi” adlı makalesinde; “Ernst Fischer şöyle der: “Alınyazısı dünyayı değiştirmek olan bir sınıf için sanatın büyülemek yerine, aydınlatmak, eyleme itmek olması ne denli doğruysa, sanatta büyünün payının da bütünü ile bir yana bırakılamayacağı o denli doğrudur. Çünkü özündeki büyüden yoksun oldu mu, sanat sanat olmaktan çıkar. Gelişiminin bütün dönemlerinde ağırbaşlıyken de, eğlendiriciyken de, inandırırken de, abartırken de, anlamlıyken de, anlamsızken de, düşleri işlerken de büyünün her zaman payı olmuştur sanatta. Sanat, insanın dünyayı tanıyıp değiştirebilmesi için gereklidir. Ama salt özünde taşıdığı büyü yüzünden de gereklidir sanat”, Fischer’in bu sözlerinde, yazımın başında değinmiş olduğum tiyatronun kaynağındaki, birbirinden ayrılamayacak olan iki yönelişin sonucu belirlenmektedir. Bunlardan biri anlatım biçimini düzenleyen, düşünce açısını saptayan ve güncel bir olayı yansıtan konu:bunu tarihsel öz deyimiyle karşılayabiliriz. Öbürü ise insan yaşamının evrensel değerlerini ve varoluşun nedenini araştıran büyü: buna da evrensel öz diyebiliriz.”[3]

Artaud, Vahşet Tiyatrosunun birinci manifestosunda şöyle der.  “Tiyatro, seyirciyi suçtan aldığı hazzın, erotik takıntılarının yabanıllığının, gerçekleşmesi mümkün olmayan rüyalarının, hayat ve özdeğe dair ütopik hislerinin, hatta yamyamlığının sahte ve hayali değil içsel bir düzeyde ifade bulduğu hayallerinin gerçekçi tortularıyla donatmadığı sürece asla kendisini yeniden bulamayacak.” [4]

Şüphesiz tiyatro tarihinin geçmişine doğru ilerledikçe 1918’de Artaud’un vahşet tiyatrosu üzerine yazdığı ilk manifestosu ve sonrasında Osborne’in 1956 yılında yazdığı “Öfke” adlı oyununun yarattığı sansasyon genç kızgın adamların ayak sesleriydi. Tarih değişiyordu ve ayakta kalmak isteyenler bu yeniliğin peşinden gitmek zorundaydı.

Değişimin başlamasına öncülük eden “Öfke” oyunu hakkında yarattığı sansasyonun derecesini anlamak için aşağıdaki satırlara göz atalım. Bugün yazılan oyunlarda kullanılan dilin pervasızlığı daha o günde büyük tepki toplamıştı. “Oyunun kabadayı tonu ve özellikle anti-kahramanı Jimmy Porter’in kullandığı dil hayret vericiydi. Hatta oyun yazarının oyunu arkadaşına gönderdiğinde şöyle bir tepkiyle karşılaşmıştı. “Çok heyecan verici bir dille yazmışsın ama bunu sahneye koyamazsın. İnsanlar kendisine bağırılmasına tahammül etmeyecek, bunun için tiyatroya gitmiyorlar.” Demişti. Eleştirmenler dil gücü ile çok yaralandığını ve oyunun kaldırılması için tüm kamuoyuna çağrıda bulunmuştu.” [5]

Hasibe Kalkan Kocabay “Tiyatroda Yeni Arayışlar” makalesinde; “20. yüzyıl, tiyatronun edebiyattan bağımsızlaşma serüveninin tarihinin yazıldığı yüzyıldır. Yönetmenlerin devreye girmesiyle oyun metinleri yazarlarından bir ölçüde bağımsız hale gelmiş olsa da, sahne o zamana kadar büyük ölçüde metinlerin görselleştirildiği bir alan olarak değerlendiriliyordu. Yirminci yüzyılın basında yoğunluk kazanan Avangard tiyatro akımları sahneyi özerk bir alan olarak ilan eden ilk oluşumlardır. Antonin Artaud, “Tiyatro ve İkizi”nde tiyatronun mimik, ses, renk, bicim gibi sahip olduğu tüm ifade olanaklarının asıl işlevine iade edilmesi gerektiğini, yani bu ifade olanaklarının metni anlamlandırmak yerine, ancak yoğun bir etki yaratmak için kullanılması durumunda, sahnelemede güçlü, evrensel bir gerçeğin yakalanabileceğini ifade etmiştir.[6]

Yukarıda sıraladığımız tüm bu örnekler alışılagelmiş tüm kalıpları yıktığı ve yeni bir bakış açısı getirdiği için devamlı tepkiyle karşılanıyordu. Murat Daltaban’ın aktardıkları bu yeniliklere henüz hazır olmadığımızı gösterir. “Oyunun tam orta yerinde çıkan bir grubun en öfkeli kişisinin söyledikleri çok ilginçti; oyunun geriliminden elleri ve sesi titriyordu, öfkeden gözleri dışarı çıkmış bir şekilde “Cuma gecemi mahvetmeye ne hakkınız var? Bu gecenin devamında eğlenecektik arkadaşlarımla. Ama şu halime bir bakın…”[7]   Bu tepkilerin yeni bir eğilim sürecinde yaşanması çok normaldi. Çünkü alışılmışlığın kırılması zamana ihtiyaç duyuyordu. Aynı zamanda web cam aracılığıyla yeni tekniklerin getirilmesi görüntü kırılmasıyla seyirciyi oyunun içerisine yerleştirerek merkeze alması önemli yeniliklerdir.

Diğer taraftan bu eğilimin hakim olduğu Türk tiyatrosunda güncel kalabilmek için sadece İn-Yer-Face ile sınırlı kalmak düşüncesi yanlıştır. Özellikle alternatif tiyatroların yaratım sürecinde patlama yaşandığı günümüzde güncel sorunlara değinerek bir evrensellik yarattığı da su götürmez bir gerçektir. (Kadına-Çocuğa Şiddet Teması, Translar, Cumartesi Anneleri, Türk-Kürt Sorunsalı, Sağ-Sol Çatışması vs.) Burada önemli olan yazın kurallarının belirlediği belli bir kuramsal yapıdan uzaklaşıp güncel olana sadık kalmak ve devamlı yenilik aramaktır.

Özellikle dönemin Anthony Neilson, (Normal, Penetrator, The Gensor) Sarah Kane, (Blasted, Phaedra’s Love, Cleansed, Crave) Mark Ravenhill (Shopping and Facking, Faust Is Dead, Slepping Araund ve Handbag, Some Explcit Polaroids) yazarları öncülüğünde başlayan eğilim yeni olanın, güncel kalma sorunsalın peşindeydi.

Türkiye’de ise Dot, İkincikat, Kumbaracı50, Krek, Şermola Performans, Craft, İntakt, Oyuncu Kahvesi, MekanArtı, Sahnehal, Tiyatro Pot, Öykü Sahne, Altkat gibi Alternatif tiyatro sahneleri denedikleri farklı sahneleme teknikleri sayesinde seyircideki algıyı değiştirmiş ve güncel olma/kalma meselesini korumaya çalışmıştır.

Özellikle 1991 yılında Philip Ridley “The Pithfork Disney”le Doksanların başlama vuruşunu yaptı. Phyllis Nagy (Butterfly Kiss), Tracy Letts (Killer Joe), Harry Gibson (Trainspotting),  Martin McDonagh (The Beauty Queen of Leenane, The Cripple of Inishmaan, The Lieutenant of Inishmore), Anthony Neilson (Normal, Penetrator, The Censor), Sarah Kane (Blasted, Cleansed, Crave, 4.48), Martin Crimp (The Country), Peter Rose (Snatch), Moira Buffini (Dinner), Mark Ravenhill (Shopping and Fucking), Joe Penhall (Love and Understanding),  gibi önemli yazarlar yeni olanın, güncel kalma sorunsalının peşindeydi.

Türkiye’de Dot, İkincikat, Kumbaracı50, Krek, Şermola Performans, Craft, İntakt, Oyuncu Kahvesi, MekanArtı, Sahnehal, D22, Emek Sahnesi, Sekizincikat, Kara Kutu, Asmalı Sahne, Tiyatro Pot, Öykü Sahne, Pov Mekan, Altkat gibi Alternatif tiyatro sahneleri farklı sahneleme teknikleri sayesinde seyircideki algıyı değiştirmiş ve güncel olma/kalma meselesini korumaya çalışmıştır.

Craft’ın “Garaj” oyunu, Dot’un “Makas Oyunları”, Kumbaracı50’nin “Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi”, Mekan Artı’dan “80’lerde Lubunya Olmak”, VDŞT’den “İZ”, Sahnehal’in “Örümcek Kadının Öpücüğü”, Şermola Performans’ın “Disko 5 No’lu”, İn’tak’tın “Penetratör”ü, Gnlev’in özellikle “Yüksek Dereclae” ve “04:34”ü ve Moda Sahnesi’nin ezber bozan “Hamlet”i gibi yine birçok oyun son dönemde değişen tiyatro algısının müthiş örnekleridir.

Yazınsal anlamda yapılan workshoplar, seminerler, özellikle Galata Perform’un “Yeni Metin Yeni Tiyatro” projeleri ve izlediğimiz oyun türleri sayesinde tiyatromuzun çağın gerisinde kalmadığını görmek mümkün. Berkun Oya, Yiğit Sertdemir, Ebru Nihan Celkan, Ufuk Tan Altunkaya, Turgay Doğan, Cem Uslu, Yeşim Özsoy Gülan, Mirza Metin, Özer Arslan, Sami Berat Marçalı, Kemal Hamamcıoğlu gibi önemli yazarlar söz konusudur.

Sonuç olarak son yıllarda dekorun yerini alan ışık ve oyunculuk performanslarıyla tiyatroya sinemanın girmesi, Hasibe Kalkan Kocabay’ında dediği gibi “metnin görselleştirilmesi”, dilin ekonomik kullanılması, seyirciyi rahat koltuğundan alarak oyuna dahil edilmesi, yeni metin ve farklı sahneleme teknikleriyle seyirciyi şoke eden oyunlar ile tiyatro kendini güncel olanla ilişkilendirerek “yeni bir döneme” girmiş ve güncel kalma arayışlarını sürdürmeye devam etmiştir.